Belirsiz, mutsuz bir pazartesi günüydü. İşi gücü olan çoktan gitmişti. Belediyenin karşısındaki yeşil alanın surlar tarafındaki çocuk parkında çocuklarını izleyen anneler, bazı seyyar satıcılar, banklarda oturan işsizler, emekliler, yabancı uyruklular ve amaçsızca çimlerde oturup mısır yiyerek karmaşayı izleyen Celil vardı.
Kendinden büyük çocukların bindiği salıncağa doğru koşuşturan iki yaşlarındaki bir çocuğa annesinin son anda yetiştiğini gördü. Salıncak az kalsın çocuğun başına çarpacaktı. Annesi çocuğu son anda sol omzundan yakalayıp geriye çekmişti.
Fakat sahne Celil’in gözünde farklı işliyordu.
Salıncakların bulunduğu alana koşturan çocuğu bankta oturup telefonla hararetli bir şekilde konuşan annesi bir türlü fark etmiyordu. Anne, bir önceki gün çocuklarının ikinci yaş günü için evlerinde düzenledikleri doğum günü partisine gelen misafirlerin, partiden sonra yaptıkları dedikoduları duymuş ve epey öfkelenmişti. Anne tarafını davet etmeyi hiç istememişti zaten. Ama açık açık “gelmeyin” de diyemediği için mecbur kalmıştı. Evlerine gelen teyze kızları, mutfaktaki bardaklardan, banyoda kullandıkları sıvı sabuna kadar birçok eşya üzerinden kendilerinin “ne biçim insanlar olduğunu konuştuklarını” ortak samimi oldukları kişi olan; yengesinden duymuştu.
Kendi ifadesine göre telefondaki yenge, kızlara bu yaptıklarının doğru olmadığını söylemiş, istemeden de olsa dedikoduya iştirak etmişti ve bu tabloyu kadına anlatıyordu.
“Ya yenge onlar kendilerine baksınlar. Hem ben onları istemeden davet ettim. Sırf dedikodu yapmak için koşa koşa geldiler. Ben de Fikret teyzemi görmek için mecburen gittim. Evlerinde süslü eşyadan adım atacak yer yoktu. Görgüsüzlüğün bu kadarı. Allah’tan Sibel abla da gelmişti de biraz daha katlanılır oldu. Gene de erkenden kalkmak istedim ama bırakmadılar. Normalde iki dakikada yabancıya zırlayan çocuğun da sesi çıkmadı, Sibel’in kızıyla oynadılar üç saat. İlle gözümüze sokacaklar bardaklarını, tabaklarını. İyi ki teyzemin kocası zengin. Bir görgüsüzlük, bir görgüsüzlük. İlle mallarını gösterecekler. Ama insanlar paraya bakmıyorlar sadece. Bak ikisi de evde kalmış. Sibel efendi kadın, akıllı. Allah’ı var. Ona bir şey demiyorum ama diğerleri tam kaşar. Mecbur kalmasam hiç işim olmaz bu görgüsüzlerle….”
Konuşmanın genel hatlarıyla, yenge ara ara kadının sözlerine hak verdiğini göstermek için “hı hı…” “evet evet…” şeklinde kısa tepkiler veriyordu.
Buradan bakınca yengenin dürüst olduğunu söylemek gerçekten zordu. Kadının bu duruma işkillenmemesi de ayrıca can sıkıcıydı. Belki kendisi de farkındaydı bu tiyatronun ve işine geliyordu. İletmek istediklerini yenge vasıtasıyla iletmeye çalışıyordu belki de. Kim bilir.
***********
Celil’in bugün iş görüşmesi vardı. Çalıştığı yerin artık kendine bir şey katmadığını ve rutin hayatın kendisini çaresiz arayışlara itip, günden güne yıprattığını düşünmüş ve yıllardır başarıyla icra ettiği iç mimarlık işinden istifa etmişti. Çalıştığı ajans çizgi üstü bir yerdi ve her gün evlerini tasarladığı kişiler genelde zenginlerdi. Bir ömür çalışsa sahip olamayacağı evlerin iç tasarımlarını yapmak bir süre sonra Celil’in sorgu mekanizmalarını harekete geçirdi. Bir güzelliğe aynı anda hem bu kadar yakın, hem de uzak olmak canını sıkıyor, kendisini başarısız hissettiriyordu. Aslında mal mülk sahibi, zengin biri olmak, hiçbir zaman hayal ettiği yaşam biçimi olmamıştı. Ancak gözüne gözüne sokulan şeyler içindeki sönük hırsı az da olsa canlandırıyordu. İnsandı sonuçta.
Çalışmamaya ihtiyacı olduğunu düşündüğünde istifasını vermişti tam da. Hattını kapatıp uzun bir süre de çalışmadı. İşsizlik maaşı alabilmek için şirketle anlaşıp ayrılmıştı. Biriktirdiği paralarla ve işsizlik maaşıyla idare ediyordu. Yalnız yaşadığı için pek de harcaması olmuyordu zaten. İstediği saatte uyuyor, ne zaman uyanırsa güne o zaman başlıyordu. Bu durum 8 ay kadar sürdü. Fakat zamanla korkunç bir şeyle yüzleşmeye başladı:
Kendisiyle.
Celil’in ikircikli karakteri her şeyi sorgulatıp eni konu düşündürüyordu. Öyle ki; zihninde tartıştırdığı tarafların hepsinin kendi penceresinden bakınca, bir süre sonra -bir şekilde- hepsi de haklı çıkıyorlardı. Bu normal bir durum değildi. Herkes aynı anda haklı olamazdı. Bu durumu irdelediğinde ise; kendisi haksız çıkıyordu. A’dan Z’ye herkes haklı, kendisi belki de var olduğu için haksızdı. Hastalıklı bir karakteri mi vardı sanki?
‘’Bir insan kendi kendine kalmamalı diye düşündü.’’
Daha az düşünmeye ihtiyacının olduğunu fark ettiğinde, kendisini sürekli meşgul edecek bir iş arayışına girdi. Bu; masa başı bir iş olamazdı. A noktasından B noktasına gitmek kadar basit, kürek mahkumu olmak kadar düşük sorumluluk gerektiren herhangi bir meşgale olmalıydı.
Şimdi cebinde; alt köşesine eline gelen bir kurşun kalemle yazdığı adresin olduğu, bir gazetenin katlanmış iş ilanı sayfası vardı. Gelişigüzel karaladığı okunaksız yazı, bir yandan da ilan başlıklarının bold yazılarına karıştığı için çok belirgin görünmese de; gideceği yeri az çok aklında tutmuştu. Vezneciler’deki SGK Binasının yanına vardığında okuyabildiği kadarıyla adresi soruşturacaktı.
Ama şimdi mısırını yerken, bir yandan da parka göz gezdirip; görüşme öncesi zihnini boşaltmaya çalışıyordu.
***********
Salıncak çocuğun göz hizasına çarpmıştı. Çarpmanın etkisiyle çocuk; iki metre kadar geriye havalanıp kafa üstü yere serilmişti. Söz sırasını yengeye devreden anne, olanları son anda gördü ama telefonu karşıdakinin yüzüne kapatmak ‘’ayıp olur’’ alt benliğiyle bir an donup kaldı. Kısa bir zaman sonra telefonu kapatmadan; telaşla koşarak çocuğunun yanına gitti.
Salıncak sallanmaya devam ediyor. Sallanan çocuk durmaya çalışırken, gelen kadına korkuyla bakıp, suçsuz olduğunu tüm mimikleriyle anlatmaya çalışıyordu. Anne, çocuğun önüne siper olup salıncağı canının yanması pahasına durdurmuştu. Çocuk yerde kaskatı kesilmişti. Bağıramıyordu bile. Nefes almakta zorlanıyordu. Ağzından ve burnundan kan akıyor, gözlerini açamıyordu. Feryat figan bir bağırış oluyorsa da; annenin kulakları dışarıyı hiç duymuyordu. Elindeki açık telefondan gelen, Yenge’nin “Alo.. Alo..” seslerini hele; hiç duymuyordu. Korkudan şok geçirmiş, ne yapacağını bilemez haldeyken bankın yanındaki mısırcının sesiyle kendine geldi.
“Çabuk hastaneye götür yenge.”
Mısırcı tezgahını bırakmış, parkın kenarından geçen bir taksiye el edip durdurmaya çalışıyordu.
“Yenge…”
diye mırıldandı Celil.
Kadının tavırlarından, cehaletinden tiksinmişti.
“İki yaşındaki çocuğunun güvenliğini elden bırakacak kadar önemli mi milletin ne dediği?
Yenge dediğin kişiye neden güveniyorsun!”
.....
“Kafasız kadın!”
diye de ekleme yaptı.
Sonra, hastanenin ters yönde olduğunu hatırladı Celil. Taksim istikametinde, yakında bir hastane yoktu. Aksaray istikametine giderse Çapa ve Cerrahpaşa hastaneleri vardı. Haseki ise taşınmıştı. Taksinin Unkapanı’nda dönüş yapması gerekecekti. Oranın da trafiği her zaman yoğundu. Zaman kaybı olacaktı.
“Zavallı çocuk…”
İçindeki karmaşık gelgitler arasında bir anlık empati yapınca anneye de üzüldü. Anne, çocuğu yanı başında feryat ederken çok çaresizdi. Çocuğun ağzından ve burnundan akan kanlar, eliyle kapattığı parmaklarından sızıyordu. Gözleri hâlâ kapalıydı. Yavrusunu böyle görmek tarif edilemez bir acıydı onun için. Bir yandan çocuğu bağrına basıyor, bir yandan da kollarında, pış pış sesleri ile hızlı hızlı sallayıp hem ‘’her şeyin düzeleceğini ifade edip sakinleştirmek, hem de çocuğun gözlerini açtığını görmek’’ istiyordu. İşler yolunda giderse sırasıyla; taksici, trafik ve doktorlar için Allah’a dua edecekti. Bu çaresizlik hali içinde her şeyi adayabilirdi. Yeter ki yavrusu iyi olsun.
Taksici de çok endişeliydi. Kendisi de henüz üç ay önce kız çocuğu sahibi olmuş 30’lu yaşlarında bir gençti. Bir çokları gibi ebeveyn olduktan sonra çocuklar konusunda hassaslaşmıştı. Arka koltukta yaşananlara şahit olmak istemiyordu. Kendi çocuğu bu durumda olsaydı ne yapardı? Söylemek çok zor. Bu ihtimali düşünmekten bile korkuyordu. Bu yüzden, şimdi yapabilse kulağını tıkar, gözünü kapatırdı.
Taksici önündeki peçete kutusunu anneye uzattı. Anne içinden çıkardığı peçeteyi çocuğun yüzüne bastı. Kısa sürede ıslanıp kıpkırmızı olan peçeteyi kucağına koyup yeni bir peçeteyle tampon yaptı. Bir yandan da içi parçalanıyor, bakamıyordu yavrusunun yüzüne. Göze alabildiğinden daha ağır bir tabloyla karşılaşacağından çok korkuyordu. Ne acı… Bunları düşünürken Celil’in yüzünde mimikler oluşuyor, gözlerini acıyla kısıp; başını iki yana sallıyordu.
“Zavallı çocuk. Umarım iyi olur”
Kafasını sağa doğru çevirip mısırcıya baktı. Mısırcı; yanındaki bankta oturan ihtiyara neler olduğunu anlatıyor, bir yandan da tezgahın önünde mısırlara bakan çocuğu giyim kuşamından analiz etmeye çalışıyordu. Dilenci miydi, serseri miydi, yoksa birazdan gelecek annesinden önce parka varmış, geldiğinde annesine mısırları gösterip aldırmak mı isteyecekti? Celil duruma mısırcı açısından değil de; kendi açısından baktığında tezgahın üstünde yazan “5 TL” yazısının çocuğun annesini ürküteceğinden neredeyse emindi. Annesi “Bir mısır 5 lira olur mu?!” diyecekti. Az ileride, Pazartesi Pazarında 5 tanesi, hatta kalitesine göre 8 tanesi 10 liradan satılıyordu. Alıp evde haşlamak varken, dışarıda 5 lira vermek dokunurdu muhtemelen.
Anneye biraz daha yakından bakınca evinin içini bile görür gibi oldu Celil. Büyük ihtimalle çok fazla aktivitenin olmadığı, deminki anneden çok da farklı olmayan günlük rutinleri vardı. Para tabanlı bir eksiklikti bu. Bu parasal etki, zincirleme reaksiyonlar sonucu sosyal aktivite yapmasına pek izin vermiyordu kadınların.
Hoş, erkekler de farklı değildi.
Zamanla yitip giden değerler, bireyin etrafındaki çemberi günden güne daraltıp insanları robotlaştırıyordu.
Belki de bu yüzden insanlar bile bile birbirlerine yalan söyleyip gıyapta konuşuyorlardı. Herkes yaşanan tiyatronun farkındaydı. Deminki kadın da; telefondaki yengeye “Sen laf taşıyorsun. Bana bunları anlattığın gibi benim anlattıklarımı teyzemin kızlarına anlatacağını biliyorum.” dese; konuşabileceği bir kişiyi daha (yenge) kaybedecek, yengenin kendisini herkese kötüleyecek olmasıyla da, dolaylı yoldan daha çok kişi ile kötü olacaktı. Etrafındaki çember birkaç katman daha daralacak ve kendisi daha da yalnızlaşacaktı. Bu tür insanlar yalnızlaştığında egolarını tatmin edecek bir mecra bulamayacak, kurguladıkları karakter olduklarına başta kendileri olmak üzere; kimseyi inandıramayacaklar ve acı gerçeklikleriyle yüzleşeceklerdi. Bu yüzden kimse yalnız kalmak istemezdi.
Ama hayat böyleydi belki de.
Parasal zincir, insana arkadaşını ve çevresini bile seçtirme imkanı tanımıyordu.
Yalan dünyada yaşamaya razı olmayan ise büsbütün yalnızlaşıyor, sefil gerçeklikle yüzleşiyordu.
Celil gibi…
Ancak beklenen anne gelmedi.
Çocuk mesafesini koruyordu. Mısırcı; ihtiyarla ‘’salıncağın çarptığı çocuk’’ hakkında ah vah etmeye devam ediyordu. Anlattıklarından dolay (ihtiyarın da kendisini takdir etmesinden etkilenip) “Allah’ın gözüne girmek” istedi ve bunu taçlandırmak için, göz göze geldiği çocuğa ikram etmek üzere kazandan bir mısır çıkardı. Bir yandan da yaptığı harekete kutsiyet atfetmiş olmamak, normalde de böyle bir insan olduğu imajını vermek için ihtiyarla konuşmaya devam ediyordu. İhtiyar, mısırcıyı dinlemeye her davrandığında kulağını yaklaştırıp işitme cihazını eliyle sabitliyordu.
Celil’in mısırcıya canı sıkıldı.
“İnsanlar neden böyle” diye mırıldandı.
Mısırcı, kağıda yatırdığı mısırı çevire çevire iyice tuzladıktan sonra, dikleştirip suyunu kazana süzdü. “Bunun aktivitesi de maksimum bu kadar olur” diye düşündü Celil. Yolun karşısındaki maraş dondurmacısı çubuğun ucuna taktığı külahla binbir türlü akrobasi yaparken, mısırcı en fazla kağıda yatırdığı mısırı saat yönünde (veya tam tersi yönde) hafif hafifi zıplatarak, çevirip tuzluyordu. Gireceği diyalog da en fazla ‘’Tuzu bol olsun mu abla?’’ olabilirdi.
Bu düşünce Celil’i güldürdü. Düşünmemeye çalıştıkça daha bir gülmeye, mısırcının olası hareketlerini ve böyle çabalara girişmesini, veya neden böyle çabalara girişmek zorunda olduğunu kafasında tasvir ettikçe kahkaha atmaya başladı. Sonuçta elindeki mısırı efendi efendi tuzlayıp da verebilirdi.
‘’Efendice tuzlamak’’
‘’Sanırım sıyırmaya başlıyorum’’ diye düşündü Celil.
Mısırcı süzme işini bir kaç silkeleme ile sonlandırdıktan sonra, elini yakmasın diye mısırı fazladan birkaç kağıda sarıp çocuğa uzattı. Çocuğun gözleri mısırcıdan, uzatılan mısıra kaydı. Hiçbir şey demeden mısırı alıp ilerideki bir bankta oturan annesinin yanına gitti. Annesi ile çocuğun aralarında geçen konuşmayı izleyen mısırcı, ihtiyara dönüp konuşmasına devam etti. Rolüne devam ediyordu. Israrla o tarafa bakmıyor, anne ile göz göze gelip kibir gösterir gibi olmak istemiyordu.
İhtiyarla konuşmaya dalmışken bir ses “pardon bakar mısınız?” dedi. Mısırcı kafasını çevirdi.
Sesin sahibi az önce mısır verdiği çocuğun annesiydi.
“Buyrun” dedi mağrur bir edayla mısırcı.
Kadın bordo takım elbise giymişti. Üzerinde bordo bir ceket, altında aynı bordo bir etek, başında bordo bir şapka, ayaklarında siyah topuklu ayakkabılar ve ellerinde giydiği siyah kadife eldivenler vardı. Sol elinde tuttuğu şık cüzdandan sağ eliyle çıkardığı parayı uzatırken, o filmdeki zarif Fransız kadınını andırıyordu. Tokalı bordo şapkasından sarkan kıvırcık sarı saçları adeta güneşi kıskandırıyordu. Çocuk bu aşamada yoktu. Çocuk bu tabloyu bozardı. Kadının uzattığı parayı almayan mısırcı, ikramda bulunmuş olduğunu davudi, tok bir sesle belirtti.
Kadın sol elini sağ eline götürdü. Sol elinin parmak uçlarıyla, sağ elinin parmak uçlarından tutup eldiveni zarif bir hareketle sıyırdı. Akabinde sağ elini yavaşça mısırcının sağ yanağına doğru uzattı. Mısırcı bir şey söyler gibi olacaktı ki; işaret parmağını mısırcının bıyıklarından dudağına kadar götürüp sus işareti yaptı. Elini mısırcının yanağından boynuna doğru okşayarak gezdirirken gözlerinde sonsuz bir minnet duygusu vardı. Mısırcı terlemişti. Kaynayan mısır kazanındaki buhar değildi bu terlemenin sebebi. Başka bir terdi bu. Kadın mısırcının boynuna zarif bir buse kondurup koynuna sokulurken ortama ihtiras ve tutku hakimdi. Bir insan bir insan için en fazla ne yapabilirse hepsini yaparak tezgahtan uzaklaştı. Mısırcının elinde bir eldivenin siyah teki kalmıştı.
Sahi mi?
Gerçekten mi?
Saçmalama Celil!
Sıyırdın iyice!
İhtiyarla konuşmasına devam ederken kafasını çeviren mısırcının ısrarla bakmamaya çalıştığı yerde hiçbir hareketlenme yoktu. Mısırcı zaten ne bekliyor olabilirdi ki? Hiçbir şekilde bir geleceği yoktu düşüncesinin.
“Hayal gücü gerçekten çok basit ve zavallıymış mısırcının.” diye düşündü Celil.
“Aslında bunu kendim kurduğum için hayal gücü zayıf olan da benim” diye ekledi içindeki ses.
Uzaktan duyduğu yanık sela sesi; Celil’i salıncağın çarptığı çocuğun başına götürdü. Ağlamaktan ve şoktan nefesi kesilen çocuk çırpınıyordu. Çırpındıkça etrafa yerdeki park kumlarını saçıyordu. Saçları, yüzü kum dolmuştu. Annenin elinden hiçbir şey gelmiyordu. Anne, mısırcı, banktaki ihtiyar dahil ilk yardım yetkinliği olan kimse yoktu etrafta.
“Çocuk bakmak basit iş değil” diye düşündü Celil. Ciddi sorumluluk isterdi. Her ne olursa olsun, herkesin ilk yardım bilgisinin olması zaten gerekliydi ki; kişi ebeveyn olduktan sonra ekstra bir ihtimam gösterilmeliydi bu konuya. Beklendiği gibi; bir buçuk dakika içinde çocuğun bilinci kapanmıştı. Anne, çocuğunun öldüğünü tam 6 saniye sonra anladı. Celil hiçbir şey yapmamıştı. Bu kusursuz senaryoyu sadece izlemekle yetindi. Öngörüldüğü gibi oldu; çocuk bu acıklı halde can vermişti. Fakat Celil hiçbir şey yapmadı. Çocuğu kurtarabilecekken, sadece izledi. Celil; henüz bebek sayılabiliecek kadar küçük bu çocuk çırpınırken, can havliyle elini yüzüne vurmasını, vurdukça çocuğun yüzüne toprak saçılması detayını izliyordu. İlahi bir tablo gibiydi sanki. Her şey kusursuz bir düzende ilerlemeliydi. Tanrı gibiydi ve kendisine kızılmaması gerektiğini düşünüyordu.
Tanrı da böyle değil miydi?
Bunca acıya rağmen milyarlarca insan kendisine secde ve şükür etmiyorlar mıydı?
Az önceki sela sanki bu çocuğa okunmuştu. Sanki her şeyi tetikleyen bir notaydı.
Fakat bir sorun vardı. Kafasındaki kusursuzluğu gerçek hayata aktarırken bir şeyler ters gidiyordu .
Yaşadığı idealar evrenindeki mükemmellik, gerçek hayata aktarılırken mükemmel olmayan bazı detayları göz ardı etmek gerekirdi. Başka türlü de bir zemine oturtmak zor olurdu.
Bu düşüncelerle içi geçti.
Rüyasında tanrının karşısındaydı. Fakat korku, sevgi veya sevinç yoktu içinde. Sadece öfkeliydi. Karşısına geçip kafasını dikti ve şu sözler döküldü ağzından:
“Yarattığın dekorların hiçbirine ait hissetmedim kendimi. Ne sen olabildim, ne kendim, ne de başkası. Çok aradım hayatım boyunca. Bir şeyin parçası olmak için çok çabaladım. Hiçbir yere ait olamadım. Hiç kimseyi sevmedim, sevemedim. Herkese samimi oldum, aptal yerine kondum. Kendimle ettiğim mücadele tüm hayatımı bitirdi.
Düşünmemeye ihtiyaç duyuyorum. İşte, hamallık yapmaya gidiyorum belki bunun için. Belki hiç kimse soru sormaz, kimse önemsemez. Bu sayede düşünmekten kurtulurum. Sevdiğimi düşündüğüm herkes gidecek. Herkesle bir yerde ayrı düşeceğim. Günün sonunda yine yalnız kalacağım. Ceza mı veriyorsun bilmiyorum! Ama öyleyse bir insana bu ceza verilmez.
Her türlü cezayı ver ama bunu yapma!
Ne yaşarsam yaşayayım, hep aynı soru ile karşılaşıyorum:
‘’Ya sonra?’’
Çıldırmak üzereyim.
BİR İNSAN KENDİNE BIRAKILMAMALI!”
Tanrı’dan çıt çıkmıyordu.
Celil’in birden gözleri açıldı.
Tanrı’nın yalnız olduğunu hatırlamıştı.
Tanrı kendiyleydi...
Sela bitmiş, ezan okunmaya başlamıştı.
Ses yakındaki Şehzade Camii’nden geliyordu.
Kan çanağına dönmüş gözlerini kaldırdı.
Son anda yetişmiş olan anne, çocuğun sol omzunu usulca bıraktı. Bir yandan da başını alıp gittiği için çocuğa kızıyordu. Salıncak az kalsın başına çarpacaktı. Sallanan çocuk ancak durabildi. Hiçbir suçu olmamasına rağmen mahcup olmuş gibiydi. Anne ise olayın siniriyle sallanan çocuğa da bağırdı.
“Kafasız kadın!” dedi Celil.
Zihni karmakarışıktı.
Parktaki manzara bir Pollock tablosu gibi geliyordu.
Ortama mutlak bir kaos hakimdi.
*************
Saat 13:15’ti.
Ezan sesi ile birlikte mısırcının konuştuğu ihtiyar, büküp üzerine oturduğu tek bacağını düzeltip, oturuşunu düzeltti. İşitme cihazını sabitleyip huşuyla ezanı dinlemeye başladı. Ezanı dinlerken; kısa bir süre sonra dirseklerini dizine, çenesini de yumruk yaptığı bileklerine dayamıştı. Beli dik bir şekilde öne doğru eğilmişti. Az önünde yere düşen mısır tanelerine bakıyordu. Bir zaman sonra taneleri toplamaya gelen güvercini izlemeye başladı. Ama kanlı gözleri boş bakıyordu. Gözünde hiç ışık yoktu. İfadesi oldukça donuktu. Güvercinin hareketlerine hiçbir anlam katmıyordu. Güvercinin adım attıkça ileri geri oynayan kafası eğlenceli gelmiyordu ihtiyara. Duyguları alınmış gibiydi. “Bu ihtiyar kim bilir ne zamandır gülmüyor” diye düşündü Celil. Tam bir fecaat haliydi. Kendisi de böyle olmaktan çok korkuyordu. Sahi; bu ihtiyarları neden kimse merak edip sormuyor, önemsemiyordu?
Yaşlılığını hiç düşünmemişti. Kendisine çok uzak bir kavramdı ihtiyarlık. Ama emindi ki; kendisi bu yaşa gelince aktivite ve hayat dolu olacak, bir parkta boş boş oturmayacaktı.
Şimdiki gibi…(!)
İhtiyarın ismi Cemal’di. Hayatında ilginç hiçbir şey yoktu. Kendisi henüz çok küçükken ailesi Siirt’ten İstanbul’a, bir kan davası yüzünden alelacele göç etmişlerdi. 6 kardeşlerdi. 2 ablası, 1 ağabeyi ve 2 kardeşi vardı. Küçükpazar’daki bir tahta binada 9 yıl büyük yoksulluk içinde yaşamışlardı. Küçük ablası bir sabah annesinin kucağında zatürreden öldü. Babası Kenan, tutunabilmek için elinden gelen her işi yapmaya çalışıyordu. Babasından 4 yaş büyük amcası Hüseyin kendilerinden iki yıl önce ailesini emanet ederek göç etmişti İstanbul’a. Babalarından kalan kerpiç evi ve tarlaları köydeki Yılmaz Ağa’ya, ederinin çok altında satmışlardı. Kardeşler bu ticaretten pek memnun kalmasa da; daha iyi bir hayat için bu kaybı göze aldılar.
*************
5 Mart 1927 Cumartesi
Ramazan ayının ilk günü…
İki gün önce köyün imamı Ramazan ayının geldiği haberini vermiş, hutbede Ramazanın ilk orucunun sevabını uzun uzun anlatmıştı. Yaşlılar gençlere, gençler arkadaşlarına haber vermişti. Cumaya gitmemiş olanlar da köy kahvesinde haberi almışlardı. Ramazan’ın geldiği haberi Eruh’un bir köyünde daha gündüzden büyük bir coşku uyandırmıştı. Bugün herkes oruçluydu. İnsanlar şimdiden iftar hazırlığına başlamışlardı. Fatma yenge de kümesteki en yaşlı tavuğu kesip ilk iftar için pişirmişti. Fatma yenge, İzzet amcanın karısıydı. Kendisi henüz 13 yaşındayken ailesi 1 eşek, 4 koyun, 2 bilezik, bir halı ve beylik tabancasına, Fatma’yı İzzet’e vermişlerdi. 30 yaşına geldiğinde Fatma’nın 5 çocuğu vardı. Kasım’ı henüz uyutmuştu. Cafer, Zeliha ve Ahmet sundurmada oynuyorlardı. 13 yaşındaki büyük kızları Nilay ise sofrayı toplayan annesine yardım ediyordu.
3 kardeş daha iyi bir hayata doğru yol haritası çizmek için ağabeyleri İzzet’in evinde toplanmıştı.
Satılan mallardan gelen para göç etmek için yetmeyecekti. Fatma’dan aldığı 5 bileziği sofradaki toplanmış tepsiye koydu İzzet:
- “Bunları yengenizden ödünç aldım. Vakti gelince yerine koyarız” dedi.
Kimse itiraz etmediği gibi onaylarcasına saygıyla başlarını öne doğru uzattılar. Hüseyin yaslandığı yerden doğruldu. Yüzünde minnet ve saygı ifadesi vardı. Kenan, tütünlerin iyice yerleşmesi için, sardığı sigarayı tablaya vururken sofradakilere bakıyordu. Hüseyin’de eşinden aldıklarını sofraya, önüne koydu. 8 bilezik ve bir tomar para vardı. Girişken, cana yakın bir insandı Hüseyin. Cahil cesareti motivasyonuyla iki kez İstanbul’a gitmiş, birçok işe girişmiş ve genelde şansı yaver gitmişti. Bunda cana yakınlığı ve güler yüzünün etkisi büyüktü. Nispeten fazla parası vardı ve elindekilerin hepsini de bu akşam masaya dökmüştü.
“Zahmet etme yenge”
Kenan, sofra bezinin kenarındaki nihalenin üstünden demlikleri alıp çay doldurmaya yeltenen yengesine müdahale ederek elinden demlikleri aldı, sofradaki bardakları doldurmaya koyuldu.
Bu meraklılar için “bizi yalnız bırakın” mesajı veriyordu. Yenge konuşulanları merak etmişti gerçekten de ama sofrada konuşulanlar “erkek işiydi” ve yenge durumu anlayıp odadan çıktı. Hüseyin çayına attığı şekerleri karıştırırken, Kenan demlikleri yerine geri koyuyordu. Sigaralar yakılıp arkaya yaslanıldığında, dumandan gözleri yaşaran İzzet elinin tersiyle gözünü sildi. Hüseyin oda havalansın diye kalkıp camı açtı. Genel olarak abilerini sevip sayıyorlardı. 3 kardeş, birbirlerine bağlıydılar.
Biraz sonra öne doğru hafifçe eğilen Kenan yeleğinin cebinden lastiklenmiş bir balya parayı çıkarıp sofraya koydu.
- “Bende de bunlar var abiler” diyerek balyanın yanına, 3 bilezik ve kendi beylik tabancasını koydu. İzzet sigarasını yeni yakıyordu. Cebinden çıkardığı ibrik çakmak ilk yakışta rüzgardan söndü. Dışarısı çok rüzgarlıydı. İkinci seferde elini siper ederek sigarasını yakabildi ve arkasına yaslandı. Gözü duvarda, halının üzerindeki tüfeğe takıldı. İstiklal Harbinden kalma bir Kırıkkale’ydi. Savaş biteli 5 yıl olmuştu ve çalışır durumdaydı. Antika sayılmazdı. İzzet’in tüfeğe baktığını fark eden Kenan:
- “Pek bi para etmez abi bu tüfek. Baksana dürbünü bile yok.”
+ “Ne ederse artık Kenan’ım. Buralardan gitmemiz lazım. Savaş bitti, yönetim değişti. Bundan sonra devlet bizi hepten unutacak. Zaten olmayan yollarımızdan kimse geçmeyecek. Ne öğretmenimiz, ne doktorumuz var. Sultan ülkeyi terk etti. Herkes kaderine kaldı. Paşa için iyi diyorlar ama Allah’ın boş verdiği bu yerde sıra bize gelene kadar yaşlanırız ya da ölürüz. Çocuklarımıza iyi bir hayat veremeyiz.’’
Hava iyice kararmıştı. Cırcır böceği sesleri karanlığı deliyordu. Açık ve temiz havada yıldızlar çok net görünüyordu…
Hüseyin camdan dışarı baktı.:
- “Paşa vilayeti ziyarete gelecekmiş. İmam dedi. Buralara da uğrar mı dersin?”
+ “İnşallah” diye kestirip attı İzzet, sigarasından bir nefes alırken.
Kenan çayları tazelemek için davrandı. Hüseyin demliğin altını tutup yardım etmek isterken kuvvetli bir rüzgar camı iyice aralayıp gaz lambasını söndürdü.
İzzet yeleğinin cebinden çıkardığı çakmak ile gaz lambasını yakmaya koyuldu. Bir yandan yengeye seslendi:
“+ Fatma! Fatma! Çocuklar içeri girsin artık, geç oldu.”
Kardeşlerine dönüp daha kısık bir sesle ekledi:
“Çok rüzgar var. Akrep olur bu gece. Şu lambayı yaktıktan sonra çocukların odasına gidip bir kontrol edeyim”
Rüzgar çakmağı söndürürken İzzet sinirlenip küfretti:
+ “Bunu bakkal Ekrem’den aldım. Babamın silahını istedi karşılığında. Rüzgarda sönmez demişti namussuz! Bunu söylerken bir yandan sinirle sırıtıyordu.
İçeri kapıyı tıklatıp Nilay girdi. Elinde bir tepsiye dizili süt mısırlar vardı.
İklim sıcak olduğu için bu yıl erken ekim yapmışlar, misafirler geldiği için henüz tam olgunlaşmadan birkaç tane mısır koparmışlardı. Sundurmadaki çocuklara da eğlence çıkmıştı. Dışarıda oldukları süre boyunca ablaları ateş yakmış, rüzgardan sönmesin diye ateşin etrafını taşlarla örmüştü. Çocuklarla birlikte mısırlara sopa takıp pişirmişlerdi.
Cırcır böceği sesleri dışında, dışarının sessizliği yatsı ezanı ile bozuldu.
İzzet lambayı yakmaya çalışıyor, Hüseyin ve Kenan huşu içinde ezanı dinliyordu. Ezanın sonlarına doğru “Aziz Allah” diyerek baş parmak tırnaklarını gözlerine sürdüler.
Odanın bir köşesinde Kasım ile birlikte uyutulan Cemal az önce uyanmış, babası ve amcasından ilk kez gördüğü bu hareketi anlamaya çalışıyordu. Henüz 6 yaşındaydı. Burada uyuyup kalmış, herhalde kimse de uyandırmaya kıyamamıştı.
Hüseyin avucunda ayıkladığı mısırı gaz lambasını anca yakmış abisinin avuçlarına boşalttı. İzzet avucunu ağzına dayayıp başını kaldırdığında şiddetli bir patlama sesi duyuldu.
Silah sesiydi bu.
Bir an kimse ne olduğunu anlayamadı. İzzet’in başı henüz yaktığı gaz lambasına çarptı, ve yere yıkıldı. Camlar kırılmıştı. Pencerede beliren kanlı Salih, İzzet’i başından vurmuştu. Hüseyin kendine gelip İzzet’i tutmaya kalktığı esnada Kenan sofra bezinin üzerinden silahı kaptığı gibi Salih’e ateş etti. Yanağından vurmuştu Salih’i. Kurşun bir yanağından girip ötekinden çıkmıştı. Ayağa doğruldu ve Salih’in kendisine doğrulttuğu silahın olduğu sağ elini, sol eliyle itti. Salih bu arbedede 2 kez daha ateş etti ama kurşun duvardaki halının geyik desenine isabet etti. Kenan; Salih’in kafasına üç el daha ateş etti. Salih kanlar içinde yere düştü.
İzzet yere yıkılmış, avucu odaya doğru açılmıştı. Avucundaki mısır taneleri fırlayıp Cemal’in önüne kadar gelmişti. Hüseyin abisini silkeliyor, uyandırmaya çalışıyordu ama nafile..
Gürültüden Kasım uyandı. İki saniye içinde Fatma kapıyı omuzlarcasına içeri girdi. Kenan'ın elinde silah, yüzüne sıçramış kanlar vardı. Hüseyin, İzzet’in başında şok geçirip silkelemeye devam ediyordu. İzzet’in şakağındaki delikten çok hafif bir duman sızıyordu. Ağzından süzülen kan, sofra bezini kırmızıya boyamış, başının hizasında bir kan gölü oluşturmuştu. Ağzına atabildiği birkaç tane, kanla birlikte süzülerek yere düşüyordu. Sofrayı barut kokusu kaplamıştı. Çarpmanın etkisiyle yere düşen gaz lambası sofra bezini tutuşturmuş, alevleri İzzet’in saçlarını yalıyordu. Gözleri pencereden, ramazan hilaline bakıyordu. Hilal gözünde iyice büyüyüp ışık haline geldi ve gözleri kapandı.
İzzet ölmüştü.
Şokun atlatılmasıyla birlikte aniden izdiham yaşandı. Evde bir feryat koptu.
Biraz sonra teravihe giden komşular evin önünü doldurdu. Yaşananlardan dolayı Cemal çok korkmuştu Bundan sonrasını hayal meyal hatırlıyordu. Gördükleri karşısında donup kalmıştı. Anlamsızca önündeki mısır tanelerine bakıyordu. İşitme problemi o akşam başlamıştı Cemal’in,
Bu olaydan sonra Fatma yenge, çocuklarını alıp baba evine döndü. Kan davasından uzak kalması gerekiyordu. Ayrıca başında erkek olmadan sürünmek istemedi.
Köye gelen jandarma görgü tanıklarının da ifadesine dayanarak nefsi müdafaaya karar kılıp olayın üzerini kapattı. Yüzbaşı köyde süregelen kan davasını biliyordu.
Hüseyin ve Kenan da iki gün sonra apar topar eski mahallelerine taşındılar. Orada akrabaları vardı, nispeten güvende olurlardı. Kenan babasının kerpiç evine, Hüseyin de hemen yanındaki amcasının evine taşındı. İstanbul’a gitme işini hızlandırmaları gerekiyordu.
4 gün içinde bir karar verdiler.
Hüseyin önden gidip ortamı hazırlayacak, hazır olduğunda Kenan’a haber salacaktı. Kenan ise haber üzerine kendi ailesi ve Hüseyin’in ailesini alıp yola koyulacaktı. Hüseyin, bir gece yarısı amcasının oğlu Turan’ın kamyonuyla köyü terk etti. Geride bıraktığı Kenan'ın üzerindeki sorumluluk epey artmıştı. Kendi ailesiyle birlikte 9 tane yeğenine ve yengesine bakmak zorunda kalmıştı. Biraderinin 2-3 ayda bir biriktirip gönderdiği parayı almak için, mevsim gözetmeksizin şehir merkezindeki postaneye gidiyor, yengesine alışveriş yapıp kalan parayı teslim ediyordu.
Hayatın olağan akışı gitgide zorlaştığından Kenan, hayvanları otlatma, yaylaya götürme işlerine yardım etmesi için çoban Adem’le günlüğü 3 liraya anlaştı. Bu paraya büyük şehirde yaklaşık 20 tane ekmek veya 2 karton yumurta geliyordu. Taşrada ise bu miktar daha yüksekti. Adem, Kenan’ın işlerini epey hafifletmişti. Hüseyin’in gönderdiği paraya hiç dokunmuyordu.
Tam iki yıl sonra bir sabah Kenan’ın evinin kapısı heyecanlı bir el tarafından yumruklandı. Kenan kahvaltı yapıyordu. Aniden silahını alıp kapıya doğru koştu. Yaklaştıkça kapı daha bir ısrarla vuruluyordu. Silahını kapıya doğrultup seslendi: “Kimdir o?!”
Kapının ardından gelen ses tanıdıktı:
“Aç kapıyı emmoğlu, benim Turan. Çok önemli bir haberim var.
Kenan silahı arkasında tutup, tek eliyle kapıyı dikkatlice araladı. Ne olur ne olmaz, tedbirli olmakta her zaman fayda vardı.
Kapıyı yarı açtığında karşısında bekleyen Turan’ı kolundan tuttuğu gibi hızla içeri çekti. Bu esnada gözü dışarıyı dikkatle kolaçan ediyordu. Turan’ın peşinde, en azından dibinde silahlı biri olmadığından emin olup kapıyı kapatınca, bir yandan evin yan penceresindeki perdeyi aralayıp, kapıda göremediği kısımlara bakıyordu. Kapı çok telaşla çalındığı için; önce pencereden bakmak aklına gelmemişti. Bunu tedbir eksikliği olarak zihninin bir köşesine eklerken, bir yandan soruyordu:
“Hoş geldin emmoğlu. Hayırdır bu saatte?”
Turan:
“Sabah imamın oğlu Adnan’ı otogardan almaya gittim. Gitmişken postaneye uğrayıverdim. Postacı bizim köye zarf olduğunu söyledi. 3 haftadır bekliyormuş, kimse almamış. Kime geldiğini sordum, senin adını söyleyince zarfı kaptığım gibi geldim.”
Zarfı getiren Turan bu köyde doğup büyümüş, henüz ilkokul 2’ye giderken savaş patlak vermişti. Köyün öğretmeninin tayini çıkınca da okulunu bırakmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da köy hayatına dalmış, erken yaşta evlendirilmiş, okumayı öğrenmeye hiçbir zaman heves etmemiş, kimse tarafından da okuması gerektiği söylenmemişti. Saf bir insandı Turan.
Kendisinden bile-isteye kötülük yapması beklenmezdi. Kenan’ın zarfı açıp okumasını sabırsızlıkla bekliyordu. Kenan zarfı açıp mektubu okurken, yüz ifadesi yavaş yavaş değişmeye, yüzü hafif gülümsemeye başladı. Hüseyin, İstanbul’da zemini hazırlamış, herkesi çağırıyordu. Mektubun altına adresi bile eklemişti.
Ancak Kenan’ın aklına takılan bir detay canını sıkmıştı.
Sordu:
“Turan. Bu mektubu benden başka kimse okudu mu?”
Turan biraz düşünür gibi oldu. Hafif mahcup, suçlu edasına büründü. Çünkü mektubun içeriğini biliyordu. Bilmiyormuş gibi davranmıştı. Ama yalan söylemedi:
“Yol uzundu. Gelirken sıkıntıdan imamın oğluna okuttum. Çok sevindim emmioğlu. İnşallah sağ salim gidersiniz. Hem belki; biz de bir gün geliriz yanınıza.
“İnşallah…” derken düşünceliydi Kenan. İmamın oğlu kimdi ki? Bundan dolayı bir sorun olmayacağını umdu. Turan’ı sofraya buyur etti. Birlikte kahvaltı yapıp, çay içtikten sonra bu göçü kimseye anlatmaması gerektiğini sıkı sıkı tembih etti. İmamın oğlu ile görüştürüp kimseye anlatmamasını söylemedi ama. Bu, hamle şüphe çekebilirdi.
Kenan 5 gün içinde babasından kalan kerpiç evi boşaltıp, üçe beşe bakmadan tarlayla birlikte sattı. Her şeyi organize etmişti. Bir gece ansızın, sessizce göçeceklerdi. Bir Eylül sabahı, 04:30 sularında amcasının oğlu Turan’ın kamyonunun arkasına herkesi toparlayıp şehir merkezine doğru yola koyuldular.
**************
Kenan hiç uyumamış, gece boyunca hazırlıklarla ilgilenmiş, kamyonu yüklemişti. 03:30’da eşini uyandırıp, herkesi uyandırmasını söyledi. Yengesi ve çocukları akşamdan gelmiş, kendilerinde kalmışlardı. Uyanan karısı, diğerlerini uyandırıp hazırlanmaya koyuldu. Kenan ateşteki demliğin altındaki sıcak sudan bir kaba doldurup, yanına gaz lambası alarak banyoya gitti. Gaz lambasını taşların arasına yerleştirdiği uzun çiviye tutturdu. Kerpiç evin bir kısmı zamanla hasar görüp yıkıldığından, Kenan geçici çözüm olarak delik yerleri bu taşlarla doldurmuştu. Buradan bir gün gideceği düşüncesi ile de bu eve bir çivi dahi çakmak istemiyordu. Babasının hatırası olarak da görmüyordu. Zira; babası olsa, o da aynı şeyi yapardı.
Bir yandan taşların arasından giren rüzgar gaz lambasının alevini tehdit ediyordu. Acele etmeliydi Kenan. Banyonun bir köşesinde duran yığının üzerindeki kutudan el aynası ve üzerinde Rusça yazılar yazan küçük bir jilet kutusu çıkardı. Kutudan aldığı bir jileti usturaya taktı. Tezgahın üstüne koydu. Tekrar kutuyu açıp çıkardığı tıraş fırçasını (akşamdan banyodaki eşyaları toparlarken özellikle bıraktığı) minik bir parça sabunla köpürttü ve yüzüne sürdü, Aklından bin türlü düşünce geçiyordu. Tek dileği şu yolculuğu sorunsuz bir şekilde geçirmekti. Tıraşını bitirdikten sonra yüzünü iyice kuruladı. Aynada son bir kez kendine baktı ve eşyaları kutuya doldurdu. Çıkarken tıraş eşyalarını da kamyona atacaktı.
Banyo bomboştu artık. Ev de hızla boşalıyordu. Bir köşeye kaldırdığı özel eşyalarının olduğu heybeyi alıp odasına geçti. Heybeyi çözdüğünde içinden beylik tabancası, sustalı bıçak, kasket ve para çıktı. Heybeyi beline sardı, beylik tabancasını da içine yerleştirdi. Sustalı bıçağı çizmesinin içine koydu. Başına kasketini giydi, yüzüne kalın bir şal sardı. Bu vakitte sert ayaz olurdu.
Ateşin başına gidip bir kahve doldurdu ve kapının önüne çıktı. Kadınlar ve çocuklar kamyona yerleşiyor, Selami ile Nedim, eşleri ile birlikte onlara yardım ediyorlardı.
Kenan bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip sigarayı parmağında, yanan yeri avucunun içine gelecek şekilde tuttu. Başaracaklardı, inanıyordu. Sadece; Adnan detayı canını sıkıyordu. İnşallah kimseye bir şey anlatmazdı. Kahvesinden bir yudum alırken yağmur çiselemeye başladı. Yağışlı havaları ne kadar sevmese de; bir çok önemli olayı yaşarken hep yağmura denk geliyordu. Kuvvetli rüzgar yağmur damlalarını yüzüne savururken yanında Turan belirdi. Kendi gibi; evin kerpiç duvarına yaslandı. Bir sigara da o yaktı.
Birden Kenan; Turan’ın önüne kendini siper etti. Sigaradan nefes çeken Turan şaşırdı.
“Ne yapıyorsun amca oğlu. Zifiri karanlıkta göstere göstere ateş yakamazsın. Dikkat çekmeyelim.” dedi Kenan. Turan hatasını anlayıp özür diledi. Bundan sonra sigara içerken Kenan’ın hareketlerini taklit ediyordu.
Turan kemerli burunlu, orta boylu, kumral bir adamdı. Yuvarlak bir kafası, kaslı vücudu vardı. Spor yapmıyordu ama her zaman bir enerjisi vardı. Ziyadesiyle saf bir çocuktu. Kendisinden bir kötülük beklenmezdi. Fakat pek ince düşünen bir insan değildi ve Kenan’ı endişelendiren tam olarak da buydu.
“İnşallah Adnan kimseye bir şey anlatmazdı.”
Herkes yerleştikten sonra Kenan kamyona branda sermeye gitti. İkinci kattan sonra, üçüncü kat brandayı sererken uzaktan kurt uluması duyuldu. Tüm hayvanlarını sattığı için “Allah hayvanı olanlara yardım etsin” diye içinden geçirdi. Brandanın ucunu kamyonun köşesine bağlarken içeriye bir göz gezdirdi. İçerdekiler yerleşmiş, kadınlar yuvayı kuran dişi kuş misali, kamyon kasasını küçük bir ev haline getirmişlerdi bile. Göz göze gelince kadınlar, -kamyon kasasında olmalarına rağmen- “elimizden bir şey gelirse buradayız” dercesine hazır bekliyorlardı. Ne yaşayacaklarını, neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı ama ne olduğunu bilmedikleri bir umut vardı. Ve hiç korkmuyorlardı. İstisnalar her zaman olsa da; kadınlar her zaman yeniliğe, değişime, değiştirmeye daha meyilli olan cinsti. Erkeklerin aksine terk edemedikleri bir konfor alanları pek olmazdı. Hoş; kısıtlanmış hayatlarında kaybedecek bir konforları yoktu. Kadın önderdi, kadın yuvayı kurar, düzeni sağlardı. Kadın topraktı, hayatın kuluçkasıydı.
Kadın hayattı.
Çocuklar ise uyuyorlardı. Bir tek Cemal’in gözleri açıktı. Kenan brandayı hafif aralayıp Cemal’e gülümseyerek bir öpücük attı. Cemal ifadesiz bakarken Kenan, brandayı tamamen kapatıp bağladı. Bu hazırlıklar için Turan ve diğer iki kuzeni de yardım etmişlerdi. Turan karısının bir gün önceden hazırladığı pişileri büyükçe bir tepsiye doldurmuş, yanına bulabildiği kadar domates, biber, yeşil soğan doldurmuştu. 2 bakraç da semizotlu ayran getirmişti. Diğer kuzenler; Selami ve Nedim de getirebildikleri kadar; çocuklara ve büyüklere eski kıyafet, ayakkabı, yazma gibi şeyler getirmişler, kamyon zeminine bulabildikleri tüm döşek ve yorganları sermişlerdi. Kenan yola çıkarken yanlarına emniyeti güçlendirmek için kuzenlerini de almıştı. Yolculuk tam 4 buçuk saat sürdü. Sonunda şehir merkezine sağ salim ulaştılar ve nihayet, İstanbul’a gitmek üzere katarlara doluştular.
Yaklaşık 2 gün sonra Haydarpaşa Garı’na ulaşmışlardı. Vapurla karşıya geçip Eminönü’ne ulaştılar.
Çocuklar şaşkınlık ve sevinç içindeydiler. İlk kez deniz görüyorlardı.
Kenan herkesi deniz kenarındaki alanda bırakıp verilen adresi bulmaya gitti. Kâğıt parçası; sora sora Kenan’ı bir kıraathaneye yönlendirdi. İçeri girdiğinde kimse kafasını kaldırıp bakmadı bile. Kılığını kıyafetini kimse yadırgamadı. Herkes sefil haldeydi. Kenan ocağın arkasındaki adamın yanına yaklaşıp selam verdi. Abisi Hüseyin’den bahsetti. “Bu çay ocağını işletiyormuş” diye de ekledi.
Kahvecinin yüzü düştü.
Kenan’ı oturtup bir çay ikram etti.
“Hoş geldin kardeş, uzun yoldan gelmişsin. İki dakika oturup soluk al.”
Kenan teşekkür edip çayı içerken kahveci konuşmuyordu. Yüzünde acıklı bir mimik vardı. Kenan şüphelenmeye başladı. Kalan çayı hızla kafasına dikip “Allah razı olsun kardeş. Evet, Hüseyin abi diyorduk.” diye ekledi.
Çaycı bir iç çekti, bir sandalye çekip yanına oturdu.
“Evet, Hüseyin burayı işletiyordu. Burada çok sevilen bir insandı. Ben yanında çalışıyordum. Sizden bahsetti. Sana yolladığı mektubu postaneye ben götürdüm hatta. Geleceğiniz için çok mutluydu…”
Kahvecinin konuya ağırdan girmesi ve geçmiş zaman eki kullanması Kenan'ın canını sıkmıştı. Ama akıllı bir adamdı, fevri davranmazdı.
Sonuna kadar dinledi…
2 hafta önce bir sabah, karşıdaki yaşlı kunduracıya çay götürüp, gelmiş. Geldiğinde kahvede birinin oturduğunu görmüş. Yabancı konuşmuyormuş. Hüseyin bardakları yıkamış, havlusunu katlayıp omuzuna atmış. Kapının önüne çıkıp sandalyede otururken, içerideki yabancı çay istemiş. Hüseyin çay doldurmak için ocağın arkasına geçerken, yabancı yerinden hızla kalkıp Hüseyin’in peşinden gitmiş. Elinde demlik, çay dolduran Hüseyin’in arkasında belirip, paltosunun cebinden çıkardığı satırı kafasına vurmuş. Cani, satırla defalarca kafasına vurup, orada beynini dağıtmış. Civardakiler adamı yakalayıp orada linç etseler de; polis yetişip kurtarmış. Hüseyin ise maalesef çoktan can vermişti. Olaydan sonra caninin tutukladığını, şu an da Kırklareli’nde, Pehlivanköy Cezaevi’nde yattığını ekledi kahveci. Böylelikle; bir bakıma hedef göstermiş oluyordu.
Kenan'ın kahırdan, sinirden burnunun direği sızlıyordu.
Cinayeti işleyen kişinin Salih’in kardeşi Rıza olduğunu ve Hüseyin’in yerini imamın oğlu Adnan’dan duyduğunu ileride öğrenecekti.
Oysa Salih’i öldüren Hüseyin değil, kendisiydi. Ölen kendisi olmalıydı! Ayrıca Turan zarfı zamanında alsa, belki de abisinin yanında olacak, belki de bu cinayeti engelleyebilecekti. O da olmazsa daha iyi ihtimal, doğru kişi ölecekti.
Sahile doğru yürüdü. Kadınları ve çocukları bir süre uzaktan izledi. Deniz, çocukların çok ilgisini çekmişti. Kayıkları izliyorlar, denize taş atıyorlardı. Kenan elindeki bavulu yere koyup üstüne oturdu. Uzaktakiler kendisini fark etmiyorlardı. Bir süre düşündü. Ne kadar bu cinayeti yanlarına bırakmak istemese de; bu insanları riske atamazdı. Pehlivanköy’e, Rıza'yı ziyarete gidip konuyu kapatmayı düşündü. Kendisi cezasını devlet eliyle bulduğu için, karşı taraf kan davası intikamı alamazdı. Zaten kendileri mağdur konumundaydı. Davayı uzatma lüksü yoktu. Belki de mantıklısı buydu. Gelecek bir neslin de bu barbarlıkla yaşamasına gerek yoktu.
Kalkıp çantasını aldı, ağır ağır ailelerin yanına yürüdü. Sahile yaklaştığında Cemal’in taş atarken denize fazla yaklaşmış olduğunu görüp seslendi.
“Cemaal!… Cemaaaall!”
Cemal duymadı.
Kenan çocuğu kurtarmak için hızlandığında, çocuk kendiliğinden geri dönüp denizden uzaklaştı.
Kenan derin bir nefes aldı ve içinden “Şehre gelmişken Cemal’i doktora göstermek lazım” diye geçirdi.
**************
“Mapushane içinde yanıyor gazlar
Bayramdan bayrama çalınır sazlar
Kiminin anası ağlar kimine kızlar”
23 Ocak 1934
Dersaadet Tevkifhanesi Cinayet Koğuşu / İstanbul
İstanbul’da kış bu yıl da çetin geçmekteydi. Geceden beri yağmurla yağan cıvık kar sokakları çamur içinde bırakmıştı. Bacalardan tüten yoğun soba dumanları havaya karışıyor, is olarak karla birlikte geri düşüyordu. Şehrin nüfuslu bölgelerinde is ve dumandan nefes almak bile neredeyse zorlaşmıştı. Biten savaş, hilafet kalıntısı fakirlik, eğitimsizlik, dış borçlar ve sık sık patlak veren isyanlar ve salgın hastalıklar yüzünden halk yoksul ve perişan haldeydi. Yırtık elbiseler, çarıklarla yarı çıplak vaziyette evsizler, yetimler, kocalarını savaşta kaybetmiş dul kadınlarla şehirde bir sefalet hakimdi. İnsanlar ısınabilmek için fırınlara doluşuyor, birbirlerine sokuluyorlardı. Camilerin altındaki aşevleri kapasitesini aşmış, insanlar bulabildikleri herhangi bir kapta yemek ölmemek için yemek yiyebilmeye çalışıyordu. Yanlarından geçen at arabalarının tekerleklerinden sıçrayan çamurlara aldırmıyorlardı. Battaniye ve yorganlara sardıkları bebeklere ekmek yedirmeye çalışan kadınlar vardı. Bir posta memuru açlıktan kemikleri görünen sokak köpeğine sarılıp ısınmaya çalışan bir çocuğa ekmek uzatıyordu. Çocuk ekmeğe uzanırken; köpek bitkinlikten bakmadı bile.
Evinde ocak tüten, yemek pişirebilen zengin sayılıyordu.
Sultanahmet civarı denize yakın olduğundan daha bir soğuktu. Parmaklıklardan tırmanıp içeri girmeye çalışanlar için vur emri vardı. Bu tehdide ve dondurucu soğuğa aldırmadan cezaevi çöplüğünü karıştırıp artık yemek bulmaya çalışanlar ve bir parça ekmek isteyenler kapıyı yumrukluyorlardı. Cezaevi memurları artık bıkmışlardı. Kendileri de yiyecek ve içecek sıkıntısı çekiyorlar, devletten yardım ulaşmıyordu. Mahkumlar iskorbütten ölmeye başlamışlardı.
İçeride de tam bir kaos hakimdi.
Şıp….
Şıp….
…….
Cezaevi bahçesinde mahkumlar cıvık karları kürüyorlardı.
Şıp….
Şıp….
Cinayet koğuşunun tavanından üç gündür damlayan suyun çıkardığı ses sinirleri epey germişti. 18 kişilik koğuşta 34 kişi vardı. Ranzaları birleştirmişlerdi. 2 kişilik döşekte 3 veya 4 kişi yatıyordu. Koğuşun ortasındaki soba neredeyse sönmüştü. Dokununca el yakmayacak seviyeye gelmişti. Battaniyeye sarılıp sobaya sokulanlar ısınabilmeyi umut ediyorlardı. Saz çalan bir ozanın yanındaki 3-5 kişi gözyaşı eşliğinde türküye eşlik ediyordu:
“Mapushane içinde mermerden direk
Kimimiz on beşlik kimimiz kürek
İdam cezasına dayanmaz yürek
Böyle düştüm zindana yanar ağlarım
Demir parmaklıktan bakar ağlarım”
Yan koğuştan kamçı ve feryat sesleri geldikçe, ozan sazını daha bir gürültülü çalıyor, sesleri bastırmaya çalışıyordu. Ama her kamçı sesinde titriyor, göğüsleri kafeslerinden fırlayacak gibi oluyordu. Günde bir kez kapının altından kuru ekmek ve patates püresi atılıyordu. Bunun dışında kimse uzun zamandır farklı bir gardiyan görmemişti. Ekmek getiren gardiyanın ise yüzü son derece asıktı ve hiç konuşmuyordu. İçeride neler yaşandığıyla hiç ilgilenilmiyordu ama dışarıya en ufak bir şekilde, mesela ekmek geldiğinde delikten bir el uzansa anında demir çubukla vuruyor, parmaklar kırılsa bile hiç ilgilenmiyordu. Bu gardiyanda en ufak bir merhamet duygusu yoktu.
Yan koğuşta Anzavur Ayaklanması’na karışıp, devlet aleyhinde çalışmış bir mahkum vardı. Her gün ya dişleri ya da tırnakları kerpetenle sökülüyor, ya da en basitinden kırbaçlanıyordu. Çıkan sesler ve çığlıklar hapishanenin diğer ucuna kadar gidiyordu.
Koğuşa korku ve umutsuzluk hakimdi. Mahkumlar göz göze gelmemeye çalışıyordu. Sinirler her zaman çok gergindi.
Rıza elindeki tahta parçasını tırnağıyla oya oya şekil vermeye çalışırken baş parmağı kangren olmuştu. Pehlivanköy’de mahkumların çıkardığı isyan sonucu büyük bir yangın çıkmış, cezaevi kullanılamaz hale gelmişti. Mahkumları yakınlığa göre farklı hapishaneleri nakletmişlerdi. Kendisi de bu cezavine nakledileli 8 ay olmuştu.
4 aydır ranzadan kopan bu tahta parçası ile uğraşırken canının yandığını hissetmiyordu bile. Gözleri yaşlı, yüksek tavanlı koğuşun en uç köşesindeki parmaklıklı pencereye bakıyordu. Günün ışığı parmaklığın karşısındaki duvarın sadece üst kısmına çok az vuruyordu. Camdan bakmak isteyen insanın boyu en az 4 metre olmalıydı. 1 ay önceki cinayetten dolayı koğuş cezalıydı ve mahkumların avluya çıkmaları yasaklanmıştı. Üç mahkum başka bir mahkumun, kafasını tuvalet taşlarına vura vura parçalamıştı.
İçerideki çeteleşme sürekli tetikte olmayı gerektiriyordu.
Rıza burada geçirdiği 4 yıl boyunca çok sayıda cinayet, tecavüz, yaralama gibi olaya şahit olmuştu. Kendisi de birçok zorbalığa maruz kalmış, sonunda hapishanenin bir köşesine sinip unutulmak istemişti.
Sadece unutulmak.
Tahta parçasını ilk zamanlarda kendisini koruyabilecek bir silah haline getirmeye çalışmış ama tırnaklarla bu mümkün olmamış, kendisi de zamanla gerçeklikten kopmuştu.
Şimdi dışarıda kar vardı, Ocak ayı, kış mevsimiydi.
Aklına köyde kuzenleriyle birlikte damdan karların içine atladığı günler geldi. Bir defasında Recep amcasının oğlunun atladığı yerde taş varmış da kafası çok acımıştı. Herkes gülüp alay etmişti.
Anımsayınca gülmeye başladı ama yanaklarında süzülen yaşlarla birlikte başını dizlerinin arasına alıp elindeki tahtayı yere fırlattı. Gün ışığı girmeyen bu yerde kendi kendineydi ve her şey belirsizdi. Sadece ağlıyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Birden koğuşun kapısı gürültülü bir şekilde açıldı. Herkesin kafası kapıya yöneldi. Saz sustu, söz kesildi. 1 ay önceki cinayetten beri bu kapı asla gündüz vakti açılmamıştı. İri yarı, taş suratlı, gür bıyıklı gardiyan, sağında ve solunda iki gardiyanla birlikte içeri girdi. Ellerinde kanlı demir sopalar vardı. Korku daha belirgin bir şekilde içeri girmişti. Mahkumlar kapıdan uzaklaştı.
İçeri doluşan kar rüzgarı saniyeler içinde koğuşu buzhaneye çevirmişti.
Ancak soğuktan daha korkutucu bir ses gürledi:
“ERUHLU TAHSİN OĞLU RIZA”
Çıt çıkmadı.
“SİİRT, ERUH YANILMAZ KÖYÜ'NDEN TAHSİN OĞLU RIZA!!!” diye ikinci kez gürledi bıyıklı gardiyan.
En uç köşede ağlayan Rıza, korku içinde ayağa kalktı: “Benim efendim”
“Düş önüme!” diye emretti pos bıyıklı.
Rıza üstü başı perişan, gözleri yaşlı bir şekilde, Günlerdir aynı pozisyonda iki büklüm oturduğu için bacaklarını hissetmiyordu artık. Ayaklarını sürüye sürüye bilinmezliğe doğru kapıdan çıktı.
Tüm gözler üzerindeydi. Acı ve korkuyla bakıyorlardı Rıza’ya.
Çıktıktan 30 saniye sonra bir gardiyan kıyafetlerini koğuşa attı Rıza’nın. Depocu hemen kıyafetleri alıp huzurdan çekildi.
Demir kapı sert bir şekilde, gürültüyle kapandı.
O günden sonra kimse Rıza’dan haber alamadı.
**************
Ezan bitti.
Cemal amca “Aziz Allah” diyerek baş parmak tırnaklarını gözlerine sürdü. Elinde tuttuğu kasketi ters çevirip kafasına geçirdi. Yerinden doğruldu. Camiye doğru yürümeye başladı. İçinde hiç duygu yoktu. Babası ve amcalarının hayatlarında “bir şeyler” varken, kendi hayatını babasının direktiflerine göre yaşamıştı. Küçükpazar’dan sonra babası kabzımallık işine girmiş ve şansı iyi gitmişti. İçlerinde bulundukları sefaletten yavaş yavaş kurtuluyorlardı. Kendi ailesinin yanı sıra, katledilen kardeşinin ailesine desteğini de hiç esirgememişti. Oğullarını ve yeğenlerini organize ederek, halde büyük yer sahibi oldular. Kenan vefat ettikten sonra Cemal ağabeyi ve 2 kardeşi ile işlerin başına geçmiş, abisinin sözünden hiç çıkmamıştı. Kendinden sonra da yerini çocuklarına bıraktı.
Duygusuzluğunda bu hayatın payı da olabilirdi. Her zaman görev insanı olmuştu Cemal. İçindeki eksiği, ne istediğini kimseyle konuşmazdı. Hoş, pek coşkulu bir tipe de benzemiyordu. Her şey tekdüzeydi. Şimdi camiye gidiyordu ama biliyordu ki; imam da heyecanlı bir şey söylemeyecek, sıra dışı şeyler yaşanmayacaktı. Ruhunu köydeki o evin salonunda bırakmış gibiydi. İstemediği bir hayatı yaşamış, kimse de fikrini sormamıştı. Allah bile “bugün kaç vakit namaz kılmak isteyeceğini” sormadı. Yarın bir gün tabuta girecekti. O zaman nereye gömüleceğini de kimse sormayacaktı. Hayatı üzerinde hiçbir kontrolü yok gibiydi. Kontrolü eline alma enerjisi de yoktu. Su birikintisinin sürüklediği bir dal parçasıydı sanki.
İşin kötüsü bütün bunların muhasebesini bile yapmamıştı.
Biraz düşünse, kendisinden neyin koparıldığını bulabilirdi belki de. Kim bilir.
Yürümeye devam etti.
Bir kadın parktaki aslan heykeline çocuğunu oturtmaya, erkek de fotoğraflamaya çalışıyordu. Eskiden beri vardı bu heykeller. “Bunun bir de metal olanı var. Hem daha büyük, hem daha güzel, orada çekin çocuğun fotoğrafını” diye içinden geçirdi, ama aileye bir şey söylemedi. Önünden geçtiği bankta oturan, yüzüne aşina olduğu bir başka ihtiyar, her zamanki gibi ateş istedi. Cemal amca yeleğinin cebinden çıkardığı ibrik çakmağı uzattı diğer ihtiyara. Diğer ihtiyar çakmağı ilk yaktığında çakmak; ani bir şekilde söndü. Tekrar tekrar denedi. Üçüncü seferde yakabildi sigarasını. Evet; ihtiyar hayatı boyunca hiçbir şeyi atmamıştı. Evi çöplük gibiydi. Ergen yaşa geldikten sonra o gece yaşananları hiç hatırlamamak istiyordu. Bunun için de farklı bir yol denemiş, kendisini geçmişe bağlayan şeylerden kurtulmamıştı. Bu şekilde; hatırlamayı karşılayamayacağı yerde, unutmaya hiç fırsat vermeyecek bir hayatı kurgulamıştı. Yani aslında hiç yaşamamıştı.
“Ne acı… Oysa insanın hatırlayıp acı çekmeye de ihtiyacı var”
diye mırıldandı Celil.
Bu ihtiyarda bir şey olmalıydı. Bir insan bu kadar “yok” olamazdı.
İhtiyarın içindeki boşluk her neyse dolu bir şeydi.
“Yokluğunu hissettiğin şey var demektir.” dedi Celil.
“Sevdiğin şeyi, özlediğin birini hiç hatırlamamak yaşamamaya eşdeğerdir. Acı verici olsa da; insan güzel bir anda kaybolabilmeliydi. Hatırlayınca verdiği acı ne kadar burun sızlatıyorsa; o kadar değerli olmalıydı. Bundan mahrum kalmak bir insan için büyük eksiklikti.”
Surlar tarafına baktı sonra.
Küçükken buraya gelip akasya ağaçlarından akasya koparıyordu. Kendi sokağındaki ağaçlara göre burası cennet gibiydi. Elini uzattığında akasyaya uzanabiliyordu.
“Akasya..” diye geçirdi içinden. Burnuna kokusu, diline tadı geldi akasyanın.
O ağaçlar yerinde duruyor muydu acaba? Gidip baksa mıydı? Ağaçlar duruyorsa uzanıp yer miydi, yese garip karşılanır mıydı?
Biraz daha boş boş izledi karşıyı. Hiçbir şey düşünmüyordu.
14:00’te İBB’nin arkasındaki ardiyede iş görüşmesi vardı. Bu yüzden bölgeye yakın durmuştu. Orada bildiği SGK’nın yakınında, Laleli’deki oteller bölgesine Bulgar, Romen ve bazı Balkan ülkelerinden gelen turistlerin otobüs durağı vardı. Zaten masa başı bir iş beklemiyordu. Şansına ne çıkarsa. Gazetenin iş ilanları sayfasında haftalardır mevcut duran bir ilandı bu. Muhtemelen ağır bir işti ki; ilan hala duruyordu. İş de muhtemelen hamallık veya depoculuk gibi bir işti. En kötü dolandırıcılık olurdu ki; kaybedecek bir şeyi yoktu Celil’in. Cebindeki son parayla mısır alıp parkta yemişti.
İşin zor olma ihtimali Celil’i vazgeçirmiyordu. Böyle bir işe ihtiyacı vardı ama tamamen parasal sebeplerden değildi.
Celil sosyalleşmeye ihtiyacı olduğunu fark etmişti. Kendisi de bir zincirleme reaksiyonun ucundaydı.
Onun yalnızlığının sebebi tamamen parasal değildi. Celil’in her şeyden çok; ‘’düşünmemeye’’ ihtiyacı vardı. Bunun için, iyi bildiği iç mimarlık ilanlarına başvurmayı hiç düşünmedi bile. Kendiyle yalnız kalmaktan, düşünmek zorunda olmaktan korkuyordu. Duygularını, içindeki karmaşayı mesleğine yansıtmamak için ciddi çaba gösteriyor, yaptığı işleri ciddiye almaya çalışıyordu. Para kazanma gailesi hiçbir zaman olmadı. Elinden gelse hayatının kalanını bohem yaşardı.
Sırt üstü çimenlere uzandı.
Bugünkü benliğinden nefret ediyordu.
Mavi gökyüzüne baktığında bindiği tekne, yeşil ağaçların arasından gelen ışık huzmesi ile dümenini ormana kırıyordu. Küçükken okuduğu Mister No çizgi romanları geldi aklına.
Kuzey Brezilya’da, Manaus’taydı. Rio Negro Nehri’nde, Amazon Ormanlarının arasında sonsuz bir gezinti yapıyordu. Tekne, sazları yararak ilerlerken, kıyıda balık avlayan Guaraniler ile selamlaşıyordu. Fonda; Juan Luis Guerra’nın ilahi sesi vardı.
Bugünkü kendi olmasaydı keşke. Keşke hayatı bu şekilde yaşamamış olsaydı. Gördüklerini görmemiş, hissettiklerini yaşamamış olsaydı.
Ama kişilik aynıyken bunun bir önemi var mıydı ki? Cennette bile yaşasa, bir gün bugünkü noktaya gelmeyecek miydi?
Ya da bugünkü noktaya gelmesinin sebebi yaşananlar mıydı?
Yaşananlar herkesi aynı noktaya getirmiyor ama. Herkes bir şekilde farklılaşıyor.
Peki yaşananlar kişiyi bu noktaya eviriyorsa kişiliğin buna meyilli olması gerekmiyor mu. Veya kişiyi bu noktaya eviren etmenler neler?
Akıl mı?
Akıl araçtır. Bundan çok daha derin olmalı.
Benlik?
Belki.
Mutlaklığa kavuşmak için benliği kavramak, en küçük zerresine ayırıp analiz etmek gerekiyor bu aşamada.
Demek ki saf kişilik diye bir şey yok.
Derin bir iç çekti.
Gözleri kızarmıştı.
İçinden farklı hisler geçiyordu, ama hiçbir şeyi tam olarak düşünemiyordu. Odak noktası yoktu.
Yağmur çiselemeye başladı. Hiç de sevmezdi yağışlı havaları. Belki de bugün önemli bir gün olacaktı. Kim bilir.
Uzandığı çimlere gömülmek, toprakla bütünleşmek istiyordu adeta. Ama şehrin gürültüsü buna izin vermedi. Yakından geçen otobüsün sesi ona ‘’kalk’’ diyordu. Yüzünü buruşturup kalktı.
“İnsanları kategorize etme zavallılığımı bırakmalıyım” dedi.
Saatine baktı:
13:38’di.
Üzerini silkeledi, hırkasını omuzuna atıp son kez parka baktı:
Annesi ‘’salıncağın çarpmadığı çocuğa’’ mısır alıyordu.
Mısır 3 liraydı.